İmparator Elbise Giyiyor Mu? Hardt ve Negri’nin İmparatorluk’unun Anarşist Açıdan Eleştirisi

2000 yılında İmparatorluk’un basılması sol akademik çevrelerde yoğun seviyede bir tartışmaya yol açtı; [bu tartışmalar] zamanla liberal basına bile sıçradı. Bu, İtalyan "otonomist Marksizmi"nin ana kuramcılarından birisi olan Antonio Negri’yi ve daha önceden tanınmayan bir edebiyat profesörü olan Michael Hardt’ı memnun etmiş olmalı. Gayet açık ki onlar İmparatorluk’u Karl Marks’ın Das Kapital’i ile karşılaştırılabilir bir projenin başlangıcı olarak görüyorlar.

2000 yılında İmparatorluk’un basılması sol akademik çevrelerde yoğun seviyede bir tartışmaya yol açtı; [bu tartışmalar] zamanla liberal basına bile sıçradı. Bu, İtalyan "otonomist Marksizmi"nin ana kuramcılarından birisi olan Antonio Negri’yi ve daha önceden tanınmayan bir edebiyat profesörü olan Michael Hardt’ı memnun etmiş olmalı. Gayet açık ki onlar İmparatorluk’u Karl Marks’ın Das Kapital’i ile karşılaştırılabilir bir projenin başlangıcı olarak görüyorlar. Marksist Slavoj Zizek İmparatorluk’u "zamanımızın Komünist Manifestosu" olarak adlandırıyordu.

İmpatorluk’un Kapital kadar faydalı olduğunu düşünün ya da buna karşı çıkın, şurası açık ki [kitap] belli bir etki yarattı. Web, politik çeşitliliğin bütün görüşlerinden kaynaklanan İmparatorluk eleştirileriyle dolu. Lyndon La Rouche çevresindeki sağ kanat komplo kuramcıları bunu "sağı ve solu" birleştirecek bir küreselleşme planının varlığının [01] onaylanması olarak değerlendirirken, Ortodoks Marksistler ise dişlerini gıcırdatıyorlar. S11’in [New York’daki Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerinin yıkılması ile sonuçlanan uçak saldırılarının gerçekleştiği 11 Eylül 2001 tarihinin kısaltması] ardından çok sayıdaki Amerikan liberal ve muhafazakar eleştiri [02] Negri’nin "terörist geçmişi" ile uğraşıp durdular ([Negri] Kızıl Tugaylar üstündeki ideolojik etkileri yüzünden İtalya’da halen ev hapsinde tutuluyor). Negri ve Hardt’ın İslami Köktendinciliği modern öncesinden ziyade [modern] sonrası [ing. post modern] olarak tanımlamalarının; ve bunun İmparatorluğa karşı bir direniş biçimi olduğunu iddia etmelerinin, sanki bu tanımlama [S11] saldırısının meşrulaştırılması için yapılmışçasına açlıkla üstüne atlıyorlar.

Çevirenin Notu: Çevirenin metine yaptığı eklemeler, açıklamalar vb, […] ile gösterilmiştir. [Original article in English] [Swedish translation]

İmparatorluk yayınlanmasının ardından hızla tükendi ve benim (Ekim 2001’de) satın aldığım kopya [kitabın] yedinci baskısı. İmparatorluk Seattle gösterilerinden hiç bahsetmiyor, ve akıllarda –Naomi Klein’da olduğu üzere– kamuoyunun dikkatini çekmeden önce yeni oluşan bir hareketin yazdıkları kitap tarafından "açıklanma"sı gibi iyi bir şansa sahip oldukları izlenimi yaratıyor. Negri, "Ya Basta!" etrafındaki hareketin bir kısmını etkileyen en önemli tarihsel şahsiyetlerden birisi olması yüzünden, bu [sıfatı Naomi Klein’ın] Logoya Hayır’ından daha fazla hak ediyor belki de.

Marks’ın Kapital’de yaptığı üzere, Hardt ve Negri de yazdıklarının çoğunun özgün şeyler olmadığını kabul ediyorlar; aslında kitabın büyük bir kısmı kitabı ortaya çıkaran felsefi kaynakların tartışılmasına ayrılmış. Kapital’e benzer bir şekilde, [kitabın] kuvveti pekçok farklı alandaki tartışmaları ve kuramları birleştirmesinden kaynaklanıyor. Hardt ve Negri’nin ifade ettiği üzere, "argümanın eş derecede felsefi ve tarihsel, kültürel ve ekonomik, siyasi ve antropolojik olması amaçlanmıştır" [03].

Keza bu, sıklıkla Marks ve Lenin’in yazılarının [kapsadığı] alanların esaslı bir şekilde yeniden yorumlanması yolu ile, Marksizmi bir kere daha devrimci projeye uygun [ilgili] yapmaya yönelik bir girişimdir. Bunun büyük bir kısmı da yine özgün değildir; Negri’nin daha önceki ingilizce çalışmalarını, özellikle de Marks’ın Ötesindeki Marks’ı okumayı deneyenler [Negri’nin] en büyük projelerinden birisinin Marks’ı tarihsel Marksizm’den kurtarmak olduğunu bilecektirler.

Örneğin Negri bir bölümün bir kısmını Lenin’in Emperyalizm’inin yanlış görünmekle beraber aslında doğru olduğunu açıklamakla harcar, çünkü Lenin [kendisine] karşı çıkıyormuş gibi gözükenlerin "kuramsal varsayımlarını, kendisininmiş gibi kabul etmiştir" [04]. Bu Marksizmin adına karşı neredeyse dini bir bağlılık sergileyenler için kullanışlı bir şey olsa da, kitabı okuyan herhangi bir anarşist için önemli bir engeldir. Her ne kadar İmparatorluk’un bu kısmı, aslında en önemli kusurlarından [defolarından] birisi bu kısım olsa da, şükür ki bu [kitabın] sadece bir kısmıdır; İmparatorluk bunun ötesinde çok daha fazlasını içinde barındırıyor.

Daha sonra anarşistlerin bu kitaptan neler kazanabileceklerine değineceğim. Ama öncelikle [kitabın] asıl olarak nelerden bahsettiğine bir bakalım.

Okunması hiç de kolay olmayan bir kitap olduğu başından itibaren yapılması gereken bir eleştiridir; Gerçekte, [kitabın] büyük bir kısmı neredeyse tamamen anlaşılmazdır. İmparatorluk, sadece nitelikli bir azınlık tarafından anlaşılabilecek şekilde tasarlanmış seçkinci [elitist] bir akademik tarzda yazılmıştır. Konu ve kitabın bakış açısı zaten işi zorlaştırmakta, ama neredeyse yazarlar da bu çapraşıklıktan zevk almaktadırlar; bunun en basit örneği yeterli bir çeviri veya açıklama bile yapılmadan yaygın olarak kullanılan Latince alıntıların çokluğudur.

Bu özellikle can sıkıcıdır, çünkü [yazarlar] anlaşılır bir tarzda yazabilecek kapasiteye sahiptirler. Aslında, en güçlü olan argümanları en açık dille ifade ettikleri şeyler gözükmektedir. En zayıf oldukları zeminde ise gerçekte ne söylediklerini ortaya çıkarmak giderek zorlaşmaktadır.

Bu, elitist [seçkinci] akademik tarz aynı zamanda İtalyan otonomist [ing. autonomist] geleneğinin bir parçasıdır ve onların kullandığı özerklik [ing. autonomy] kelimesinin anarşistlerce bu kelimeye atfedilen anlamı karşılamadığını gösterir. Biz, devlet ve siyasi partilerden özerk olan işçi sınıfı örgütlenmelerinin inşa edilmesini amaçlıyoruz. Onlarsa işçi sınıfının sadece sermayeden özerk olmasını amaçlıyorlar. İşçinin halen, otonomist gözlerle kapitalizme karşı verilen çarpışmada gereken stratejilerdeki değişiklikleri okuyabilme yetisine sahip olan yegane [kişiler olan] entelektüel seçkinler tarafından yönlendirilmeye ihtiyacı vardır.

Ve hatta diğer Leninist yorumcular bile "ortaya çıkan oldukça seçkinci parti tarzına" [05] saldırmaktadırlar –her ne kadar ilgili örgütün (Britanya SWP’sinin) sicili biliniyorken, bunun her şeyden önce daha çok otonomist Marksistlerin etkilerine karşı duyulan kıskançlığa dayanıyor olmasından şüphelenmek kolay olsa da–. Ama tabii ki otonomist görüşler, Lenin’in 1918’deki şu ısrarıyla oldukça tutarlıdır; "ortalıkta pekçok aydınlanmamış ve aydınlanamayacak sosyalist var, çünkü onların fabrikalarda köle olması gerekmektedir ve onların sosyalist olmak için ne zamanları ne de fırsatları vardır" [06]. Otonomist Marksistler, Komünist Parti reformizminden kopuşu temsil eden zengin İtalyan "sol-komünizmi" tarihinin bir parçasıdır –ancak, sadece kısmi olarak ve otoriter siyasetiyle tam olarak da değil.

Bu kadar siyasi arka plan yeter. İmparatorluk’un söyleyecek neyi var? Açılış paragrafı genel argümanın ne olduğu hakkında iyi bir fikir verir. "İmparatorluk gözlerimizin önünde gerçekleşiyor … küresel piyasa ve küresel üretim devirleriyle birlikte küresel bir düzen, yeni bir yapı ve yönetim mantığı –kısacası yani bir egemenlik biçimi– ortaya çıkıyor". Negri ve Hardt, İmparatorluğu yönetici sınıfların geleceği yönelik bir planı veya bunun parçası olan bir komplo olarak sunmuyorlar. Aksine, onun zaten vücuda gelmiş olduğunda ısrar ediyorlar.

Başından itibaren Negri ve Hardt’ın İmparatorluğun emperyalizmin basitçe yeni bir aşaması olduğunu iddia etmediklerini farkına varmak önemlidir. Emperyalizmin tamamiyle sınırlarla ve emperyalist ülkenin yerkürenin belirli kısımları üzerindeki hakimiyetini genişletmesiyle ilgili olduğunu söylerler. [İmparatorluğun], ABD tarafından kontrol edilen bir süreç olduğu ve hatta ABD merkezli olduğu fikrini de reddederler. Bunun yerine, [imparatorluğun] "bütün bir küresel alanı devamlı surette kendi büyümekte olan sınırlarının içine dahil eden merkezsizleşmiş ve yerelden soyutlayan [ing. deterritoralising] bir aygıt" [07] olduğunu öne sürerler.

Buradaki fikir, İmparatorluğun komuta merkezi haline gelen herhangi tek bir kurum, bir ülke veya bir yerin mevcut olmadığı fikridir. Daha ziyade, Birleşmiş Milletler gibi resmi gücü olanlardan; şirketler, askeriye ve daha az ölçüde olmak üzere dünya halklarının yanısıra Dünya Ekonomik Forumu gibi daha az resmi güçlere kadar çeşit çeşit küresel organın, erkin küresel dağılımı ağını [örgüsünü] oluşturacak bir karşılıklı etkileşim içinde olduğu [bir sistemdir]. Bu ağın bir merkezi yoktur ve hiçbir ülkede üstlenmez, aksine küresel olarak yayılmıştır.

İnternet, bu tip bir erk dağılımının açık bir benzeridir. Onun geleceği üstüne kararlar alınsa da ve gerçekte ulusal hükümetler, hizmet sağlayıcıları ve sanal ortam sansür yazılımları aracılığyla üstünde kontrol uygulansa da, hiçbir belirli bir organ onu [internet ağını] kontrol etmemektedir. Okullar belirli web sitelerine erişimi kısıtlıyorlar, işverenler çalışanlarının elektronik posta mesajlarını takip ediyorlar, ebeveynler ve bazen de kütüphaneler bazı enformasyon çeşitlerine erişimi engellemek için sanal ortam sansür programları kullanıyorlar.

Ancak İmparatorluk’un ABD’ne ayrıcalıklı bir konum atfettiği bir nokta vardır. Bu, İmparatorluğun oluşturulmasındaki anayasal süreçtir. Giriş bölümleri, bunun [bu sürecin] hem resmi uluslararası hukuk seviyesinde, hem de bu organlar çevresinde resmi olmayan tartışmalar ve sürdürülen lobi faaliyetleri seviyesinde nasıl işlediğini tartışmaktadır. Hardt ve Negri, ABD anayasasını bu tartışmanın tarihsel önceli ve modeli olarak değerlendirirler. Örneğin, Jefferson’un özgün anayasaya katkılarının aslında erkin ağsal dağılımını [sağlamayı] hedeflediğini söylerler [08].

BM ve benzeri organların aslında küresel olmadıklarını, eski emperyalist güçlerin hakimiyeti altında olduklarını [gösterecek] karşı argümanlar üretmek kolaydır [09]. BM Güvenlik Konseyi’nde büyük güçlerin veto yetkisi vardır ve Güvenlik Konseyi olmadan BM hiçbir etkili eyleme girişmemektedir. [Bugüne kadarki] tüm Dünya Bankası başkanları ABD vatandaşıdır, ve ABD, İMF içinde veto hakkı olan tek ülkedir. Hardt ve Negri, bizzat bu eğilimin [sapmanın, ABD lehinde olan sapmanın] İmparatorluğun oluşumunu ilerleten şey olduğunu söyleyerek bunu cevaplarlar. "BM’in bu muğlak deneyimi [ışığı] altında, yasal İmparatorluk kavramı şekillenmeye başlamıştır" [10]. Örnek olarak, soldaki çoğunluğun BM’in Irak’a karşı yaptırımlarındaki veya İsrail’e karşı etkili bir eylem yürütememesindeki sapmaya [eğilimi] karşı olan tepkilerinin, daha iyi (ve daha kuvvetli) bir Birleşmiş Milletler talebi olduğunun gözlemlenmesi saçmadır.

Müdehalelerin artık ulusal emperyalist çıkarlar doğrultusunda olmadığı, aksine evrensel değerler kullanılarak meşrulaştırılan birer polisiye faaliyet olduğu fikri, Hardt ve Negri’nin argümanında merkezi konumdadır [11]. Müdehalenin "tek taraflı olarak Amerika Birleşik Devletleri tarafından dayatıldığını" [12] kabul ederler, ancak "dünya polisi ABD’nin emperyalist çıkarlarla değil de emperyal çıkarlarla faaliyet gösterdiği" konusunda ısrar ederler [13]. Bunun ABD’ne dayatılan bir rol olduğu ve "İstemese bile, ABD ordusunun bu talebi barış ve düzen adına yanıtlayacağı" konusunda ısrar ederler [14].

Buradaki fikir ABD askeri müdehalelerinin artık sadece "ABD ulusal çıkarları" (yani, ABD sermayesinin) çıkarları için gerçekleşmediği, ama İmparatorluğun çıkarları doğrultusunda olduğu fikridir. Kitabın bir sorunu iddialarının hiç birisi için ampirik bir kanıt sunmamasıdır; ve burada gerçekten de kanıt sunulması gereken bir nokta vardır. Hardt ve Negri’nin tartışmasının büyük bir kısmı 1991 Körfez Savaşı’ndan çıkarılmıştır. Ancak savaşa şöylesine genel bir bakış bile; devasa ABD askeri müdehalesinin yanısıra, savaştan, yeniden inşaat anlaşmalarından, askeri silah satışlarından ve petrol alanlarının tamiratından [sağlanacak] kârın "müttefikler"den ziyade ABD’ne akmasını garanti altına alacak şekilde tasarlanmış siyasi müdehalenin de gerçekleştiğini gösterecektir.

Diğer yandan 1994’deki Rwanda soykırımında ise, katliamın korkunç boyutuna rağmen ABD’nin müdehale etmek için hiçbir zorunluluğu yoktu. Gerçekleşen müdehale eski moda bir emperyalist müdehaleydi. "9-10 Nisan 1994 tarihinde" onbinler zaten katledilmişken, "Fransa ve Belçika, vatandaşlarını kurtarmak üzere birlikler gönderdiler. Amerikan vatandaşları da keza hava yoluyla taşındılar. Batılı hükümetlerin elçiliklerinde, ateşeliklerinde çalışanlar da dahil olmak üzere, tek bir Rwanda’lı bile kurtarılmadı" [15].

Hardt ve Negri (bölge üstündeki türlü "ulusal çıkarları" için ABD, Almanya, Fransa ve Britanya arasında [yaşanan] siyasi mücadelelere dikkat çekilebilecek) Bosna’dan bahsediyorlar, ama Ruanda’dan bahsetmeden geçiyorlar. İmparatorluk tarafından dayatılan/bahşedilen evrensel bir haklar kümesine doğru yöneliyorsak, bu bütün argümanları kesinlikle anlamsız kılar? Yazarlar modelleriyle apaçık çelişen bu şeyi basitçe göz ardı ediyorlar.

İmparatorluk taraftarlarının S11’e ilk tepkisi, bunun emperyal polis faaliyeti ile İmpatorluğa karşı [canlanan] merkezsizleşmiş direniş arasındaki mücadele biçiminin mükemmel bir örneği olduğu şeklindeydi. Ancak, Afgan savaşı –"merkezsizleşmiş" Al Quada ile [yapılan bir savaştan ziyade]– neredeyse anında uçaksavarlarını göğe çevirmiş Afgan hükümetiyle (Talibanla) yapılan bir ulusal savaşa dönüştü. Yazı yazılırken, savaş (emperyalden ziyade) emperyalist askeri birliklere dayanan bir yerel hükümetin kullanılmasıyla [gerçekleştirilen] bir başka sömürge tipi işgale dönüştü. Tutuklulara karşı Guatanamo Körfezi’nde sergilenen tutum, kısa bir süre için (tutuklulara karşı gösterilen tavır bağlamında) evrensel değerler tartışmasını alevlendirdi. Bu, bizzat bu gibi değerleri dayatacak İmparatorluk kaynaklı güçlerce, [yani] George Bush Jnr. ve ABD ordusu tarafından anında bastırıldı.

Bir yanda ABD’nin Irak, İran ve belki de Kuzey Kore’ye karşı planlanan saldırılarına dair, öte yandan da ABD’nin İsrail’e gösterdiği desteğe dair; Avrupa emperyalist güçleri ve ABD arasındaki daha geniş [bir düzlemdeki] siyasi dövüş, yine sadece ABD’nin "ulusal çıkarları"nca dayatılan bir müdehale çizgisinin varlığına işaret ediyor. Askeri olmayan bir örnek ise, George Bush’un Kyoto sera etkisi yaratan gazlara ilişkin anlaşmadan açılış toplantısında tek taraflı olarak çekilmesidir. Bu örnekte şunları söylerken, [bu kararı] ABD’nin ulusal çıkarlarıyla meşrulaştırmakta; "Ekonomimize zarar verecek hiçbir şeyi yapmayacağız, çünkü en öncelikli şey Amerika’da yaşayan insanlardır" [16].

Tüm bunlar, askeri politika dahil olmak üzere, ABD’nin dış ilişkiler politikasının İmparatorluk için en iyi olana göre değil, halen ABD sermayesi için en iyi olana göre belirlendiğini gösteriyor. Bu İmparatorluk’taki argümanların işe yaramaz olduğunu iddia etmek demek değildir, [İmparatorluk] gerçek bir küresel kapitalizmin nasıl var olabileceğinin ve belki de nasıl var olmakta olduğunun inandırıcı bir taslağını sunuyor. Ama İmparatorluğun var olduğunu varsayarak, [kitap] birçok şeyi açıklamadan bırakıyor.

Şu ana kadar ele aldıklarımın çoğu kitabın giriş kısmında oldukça iyi özetleniyor. Ne şans ki bu aynı zamanda kitabın en kolay anlaşılan kısmı. Ama İmparatorluk, basitçe kapitalizmin yeni bir biçime doğru evrilmesinin tanımlaması değil. Toplumun nasıl işle(me)diğinin ve [toplumun] nasıl dönüştürülebileceğinin bütünleyici bir görüşünü sağlamak amacıyla, postmodern bir "büyük hikaye" olmanın çok ötesinde. Post modernizm uzmanı olmak gibi bir iddiam yok, çünkü [konuya] kısıtlı dalışlarım bir kimsenin denemesi ve sindirmesi için fazlasıyla akademik olan jargonunun ağırlığı altında geri çekildi. Bu yüzden incelemeyi dikkatle ele alınız!

Post-modernizmin anarşist açıdan en bariz eleştirisi, [post-modernizmin] devrimci programı, işçi sınıfının merkeziliğini, Aydınlanmayı, Bilimsel doğruyu vb.’ni reddetmesindedir. [Post modernizm], devrimciler için geriye kuracak hiçbir şey, gidecek hiçbir yer bırakmaz. Bazen hem kapitalizm altındaki yaşamın, hem de geleneksel solun güçlü bir eleştirisini ortaya koyar, ama bizi alternatifsiz bırakır. Negri ve Hardt, İmparatorluk’ta bu tip bir alternatifin ana hatlarını ortaya koyuyorlar.

İşte tam burada olaylar hileli bir hal alır. Post-modern siyasi yazına yaklaşmaya çalışmış olan herkes bilir ki, bizzat [yazının] yazıldığı dil şeylerin kavranmasını oldukça güçleştirir. Bu içine nüfuz edilemez ifade biçimi, sizin üzerinizde ifade ettiği gerçek fikirlerin pek [önemli] bir şey olmadığını gizlemek için kullanıldığı şüphesi uyandırır. Ama gelin deneyelim ve bir göz atalım.

Merkezileşmiş güç fikrinden ortaya çıkan bariz soru, sermayenin işçi sınıfı üzerindeki kontrolünün nasıl sağlanacağıdır? Herşeyin ötesinde, Amerika’nın feth edilmesi ve köle ticaretinden, kapitalist istikrarı garanti altına alırken bağımsızlığın tanınmasını sağlayacak şekilde "ulusal kurtuluş" mücadelelerini kontrol altına almasına [ing. containing, sınırlamasına] varıncaya kadar, bütün güçlü emperyalist kuvvetler kapitalizmin gelişmesinde hayati bir rol oynamışlardır.

Bunun nasıl yapılacağını açıklamak üzere, İmparatorluk esasen Foucault’un düşüncelerine yönelir. Foucault okulda, orduda, fabrikada veya hapishanede disiplinin dayatıldığı bir "disiplin toplumu"ndan; disiplinin insanlar tarafından içselleştirilerek, hayatın her alanında, her yerde var olduğu bir "kontrol toplumu"na doğru yöneldiğimizi öne sürüyordu [17]. [Foucault], "toplumsal yaşamı içinden düzenleyen bir güç [erk] biçimi olan" biyogüç [ing. biopower] ifadesini kullanıyordu.

Aslında toplumsal yaşamın içeriden düzenlenmesi temel düşüncesi pekçok liberter komüniste oldukça aşina bir fikir olarak gelecektir. Maurice Brinton’un Alman komünisti William Reich’ın çalışmaları üzerine yazdığı "Rasyonel Olmayanın Politikası" (1970) [adlı kitabı], kendi objektif çıkarlarının aksine bazı işçilerin nasıl Faşizmi, Bolşevizmi veya diğer otoriter ideolojileri desteklediğini incelemektedir. Onlar, bunu işçilerin disiplinin otoriter içeriğini içselleştirmiş olmaları gerçeğine dayandırırlar. Bizler, sadece faşist ya da Bolşevik gizli polisi tarafından değil, ancak öncelikle maruz kaldığımız herşey tarafından oluşturulmuş düşünceler tarafından kontrol edilmekteyiz.

Reich, daha sonra Foucault’un yapacağı üzere, "cinsel baskının amacı otoriter düzene uyum sağlayacak, tüm sefalet ve aşağılamalarına rağmen ona [otoriter düzene] tabi olacak bir bireyi ortaya çıkarmaktır … Sonuç özgürlük korkusudur, ve muhafazakar ve gerici bir zihniyettir. Cinsel baskı, yanlızca kitle halindeki bireyleri edilgen ve apolitik [ing. unpolitical] yaptığı bu süreç sayesinde değil, aynı zamanda da onun [bireyin] yapısı dahilinde aktif olarak otoriter düzeni destekleyecek çıkarları yaratarak, politik gericiliğe yardımcı olur" [diye] yazarken cinsel baskıyı bu disipline edici sürecinin tam kalbine yerleştirmektedir [18].

İmparatorluk’taki argümanları keza, İmparatorluk’un "materyalist düşünceyi yenileyen ve kendisini toplumsal varlığın üretimi meselesi üzerinde sağlam bir şekilde temellendiren, bize tam anlamıyla post-yapısalcı bir biyo-güç anlayışı sunan" [19] diye bahsettiği, iki diğer Foucaultçunun, yani Deleuze ve Guattari’nin çalışmalarından kaynaklanır. Hardt ve Negri de, otonomist Marksistlerin biyo-politik sürecin içindeki üretimin önemini tespit ettiklerini öne sürerler.

Bu, işçi sınıfının sadece yanlızca ortodoks Marksizmdeki [gibi] sanayi işçilerinden değil, ama aynı zamanda da emeğiyle veya potansiyel emeğiyle endüstriyel kenti (veya toplumsal fabrikayı) ortaya çıkaran ve devamlılığını sağlayan herkesi içeren "toplumsal fabrika" kuramı üzerinde temellenmiştir. Bu ev kadınlarını, öğrencileri ve işsizleri de içine alır. İmparatorluk kapitalizmin sadece metaları değil, aynı zamanda öznellikleri [ing. subjectivities] de ürettiğini öne sürer. Bu fikrin kendisi hiç de özgün değildir; herşeyden önce Marks bile herhangi bir dönemdeki hakim fikirlerin yönetici sınıfların [fikirleri] olduğunu gözlemlemişti. İmparatorluk’un yapmayı amaçladığı ise, kapitalizmin üretken sürecinin kalbinde bu öznellikleri üretecek mekanizmaların bir kısmını ortaya koymaktır.

Bu öznellik üretimini İmparatorluğun merkezine yerleştirdikleri için, [Hardt ve Negri]’ye göre işçi sınıfının eski merkeziliğinin, yani sanayi işçilerinin yerini "entelektüel, maddi olmayan ve iletişimsel emek gücü" [20] almıştır. ABD’nde bile bilgisayar programcısından çok kamyon şöförünün olduğuna işaret edilerek bu iddiaya karşı çıkılmıştır [21], ama İmparatorluk bugünkü sanayi işlerinin enformasyon teknolojisi tarafından yönetildiğine işaret ederek bu eleştiriye karşı koyar. Detroit’in otomobil fabrikaları ortadan kaldırılmak yerine Meksika’ya kaydırılabilir, ama Meksika yerleşen sanayi 1960’ların Detroit’inin yeniden yaratılacağı anlamına gelmez. Bunun yerine en son teknolojiyi kullanarak, enformasyon işçilerine dayandığı kadar montaj bandına da dayanan bir emek süreci ortaya çıkarmaktadır.

Bu argümanın daha ötesine geçerler; işçi sınıfının merkezi kaymıştır. Aslında günü geçmiş olarak [değerlendirdikleri] ‘işçi sınıfı’ kategorisini terk etmektedirler [22]. Onlara göre proletarya büyümüştür, ama argümanlarında çokluk kategorisini kullanmaya başlarlar. Her ne kadar çoklukla ne demek istediklerini açıkça tanımlamasalar da [23], öyle gözüküyor ki bugünkü İrlandalı Troçkistlerin bir kısmının işçi sınıfı yerine "emekçi kesimler" demesine oldukça benzer bir anlamda kullanılmaktadır. Bu yeni terim gereksinimi Marksizmin suni bir üretisidir; ve özellikle de Marks’ın işçi sınıfını bir yandan köylülükten, öte yandan ise lümpen-burjuvaziden bağımsız ve onlara düşman olarak görmesinden [kaynaklanmaktadır]. Bu sanayi işçisi sınıf bugün Marks’ın yazdığı zamandakinden daha büyük olabilir, ama [sanayi işçisi sınıf] mücadelenin öncüsü proletaryanın parçalarından sadece birisidir.

Bu bizi kitabın en büyük falsolarından birisine geri getirir. Ulaşılan iyice sonuçlardan pekçoğu ise, –örneğin, ulusal kurtuluş mücadelelerinin ileriye yönelik hiçbir şey önermemesi– anarşistlerin 170 yıl önce ulaştığı sonuçlardır. Benzer şekilde, anarşistlerin "işçi sınıfı"nı çokluk olarak yeniden tanımlamasına gerek yoktur, çünkü biz daima işçi sınıfı [tanımının] Mark’ın dışarıda bıraktığı unsurları da içerdiğini öne sürmüştük. Başında beri anarşistler köylülüğün ve "lümpen-burjuvazi" olarak adlandırılanın işçi sınıfının bir parçası olduğunu, ve hatta [işçi sınıfının] dışında kalmak veya [ona] düşman olmak yerine, zaman zaman da bu sınıfın öncüsünün bir parçası olduğunu söyledik.

Belki de anarşizm "günde iki defa doğru saati gösteren bozuk durmuş saat" gibi doğruyu göstermiştir, ancak ben bunun –I. Enternasyonal’in 1870’lerde bölünmesine yol açan– [benzer] argümanlar konusunda Marksizm’in yanlış bir yola saptığını ortaya koyduğu düşünme eğilimindeyim.

Aslında eleştirilerin birçoğu Hardt ve Negri’yi anarşist olarak adlandırmakta. Aslında, "devleti toplama kampları, gulaglar, gettolar ve benzerlerini üretmeye zorlayan büyük hükümet"in sonlanmasından memnun oldukları noktada, işte bu noktada anarşist argümanlarla olan bariz benzerlikten bahsetmektedirler. Sonuçlarının açıkça anarşizme çok yaklaştığı yerde, "üretken işbirliği ağlarında şekillenen maddeselliğinin [ing. materiality] görüş açısından, diğer bir deyişle üretken olarak kurulan, ‘ortak bir özgürlük’ sayesinde şekillendirilen bir insanlık perspektifinden konuşuyor (Plato’nun ebedi münazara ortakları Thrasymacus ve Callicles’in yaptığı gibi ) olmasaydık, anarşist olurduk" [24] diyerek argümanlarını anlamsızlaştırırlar.

Bu cümle keza yazarların zayıf oldukları noktalarda argümanlarının ve dillerinin nasıl belirginsizleştiğinin iyi bir örneğidir. Yunan felsefesine yapılan referansı bir kenara bıraksak bile, Hardt ve Negri’nin ne söylediğini anlamak oldukça zor bir iş. Öyle gözüküyor ki anarşizmin maddeci [materyalist] olmadığı gibi gülünç bir imada bulunuyorlar, ama bu kadar ihmalkar bir konumdan bilgilerini sergilemek için bu kadar aşırı uzunlukta [yazan] yazarlara inanmak oldukça zor.

Olumlu tarafta ise, otonomist Marksizmin en ilginç ve aslında en yenilikçi yanlarından birisi geleneksel solun sermaye ve işçi sınıfı arasındaki ilişkiye dair çözümlemesini baş aşağı döndürmesidir. Otonomist gelenekte, sermayeyi değişiklikleri zorlayan [şey] işçi sınıfı mücadelesinin başarısıdır. Kendi başına sermayenin hemen hemen hiçbir yaratıcı gücünün olmadığı konusunda ısrarcıdırlar. Her ne kadar durumu biraz abartsalar da; işçi sınıfının daima kapitalist modernleşmenin kurbanı olarak görülmesinin karşısında, genel resim içinde sermayenin işçi sınıfı mücadelesince modernleşmeye zorlanması [görüşünde] oldukça cesaret verici bir şey vardır.

Hardt ve Negri, bu olayda İmparatorluğun gelişmesinin işçi sınıfının sermayeye dayattığı bir şey olduğunu öne sürerler. İmparatorluğun gelişirken geleneksel işçi sınıfı örgütlenmesinin zayıflatmasının tamiri kolay bir şey olduğunu öne sürerler(örn., ulusal bir temelde sendikaların kapitalizmi sınırlandırma yetilerinin ellerinden alınması). Ancak onlar, birinci ve üçüncü dünya arasındaki engellerin parçalanmasıyla her iki tarafın birbirine yaklaşmasının, [böylece de] sermayenin işçi sınıfını bölmek için kullandığı en güçlü silahlarının bir kısmını kaybetmesinin en önemli [gelişme] olduğunu iddia ederler. Britanya’daki sınıf ilişkileri bağlamında Cecil Rhodes’den alıntı yaparlar: "İç savaştan kaçınmak istiyorsanız, o halde emperyalist olmanız gerekir" [25].

Yani İmparatorluk emperyalizmin sona ermesi demekse eğer, bu aynı zamanda sermayenin birinci dünya işçi sınıfının bazı kesimlerini satın almak üzere üçüncü dünya emeğini kullanma yetisinin de sona ermesi demektir. Başka yerlerde de olduğu üzere, bu gerçekten de bir takım ampirik kanıtlarla desteklenmesi gereken bir argümandır aslında. Büyük şehirlerde üçüncü ve birinci dünyanın giderek birbirinden sadece birkaç metre uzakta durduğu inkar edilemez. Washington DC, dünyanın en zengin devletinin başkenti olarak tanındığı kadar, neredeyse evsizleri ve yoksulluğuyla da tanınıyor. Mexico City’i ya da diğer ‘üçüncü dünya’ şehirlerini ziyaret eden bir kimse, gecekondu mahallerinin ve yığınların korkunç yoksulluğunun hemen yanıbaşında bulunan camdan gökdelenler ve bir grup azınlığın gözle görülür refahı karşısında şaşırıp kalır. Ama yine de batıdaki ve geri kalan yerlerdeki işçiler arasındaki ücret farklılıkları hala çok büyüktür.

Yukarıda [bahsedilenler] İmparatorluk’un ilginç yönlerinden bazılarının kısa bir incelemesiydi. Ama belirttiğim üzere, bu çok yoğun bir kitap. Hardt ve Negri en başında İmparatorluk’un baştan sona okunmasının amaçlanmadığını; orasını burasını kurcalamanın yeterince ödüllendirici olacağını söylüyorlar. Şimdi de İmparatorluk’un en zayıf alanına doğru ilerleyelim; önerdikleri üzere [atlayarak] ilerleyebiliriz. Hardt ve Negri’nin bu kısımdaki önerilerinin zayıf olduğunu, ancak bu aşamada bunun kaçınılmaz olarak değerlendirdiklerini belirterek başlayalım işe. Her yeni ve başarılı muhalefetin kendi taktiklerini tanımlamasının gerekeceğini söylüyorlar. Bir kere daha Marks’a dönerek, şuna işaret ediyorlar; "düşüncesinin belli bir aşamasında, [ileriye doğru] atılım yapmak ve kapitalist topluma karşı geçerli bir alternatif olarak komünizmi belirli kavramlar dahilinde izah etmek için, Marks’ın Paris Komününe ihtiyacı olmuştu" [26].

Bu olumlu programlarındaki zayıflıkları açıklamakta yeterli değil. Marks’ın komünden önceki tarihsel yazılarını karşılaştırmaları bile hatalı. Paris Komünü (1871), Marks’ı devrimci örgütlenme ve devlet konusundaki fikirlerini gözden geçirmeye zorlamıştır. Ama daha önceki anarşist hareket [komünün] aldığı biçimi önceden tahmin etmişti.

1868’de şöyle yazmışlardı;
"Komünün örgütlenmesi bağlamında ise, var olan barikatların bir federasyonu olacaktır; ve Devrimci Komünal Konsey her bir barikattan [seçilen] bir ya da iki delege, her sokaktan veya her mahalleden [seçilen] birer delege temelinde faaliyet gösterecektir; bu vekiller sınırlı bir vekaletle [yetkiyle], ve her zaman sorumlu [hesap sorulabilir] ve [vekilliği] iptal edilebilecek şekilde görevlendirilirler.
Başkent tarafından ortaya konulan örneği takip etmeleri; önce kendilerini devrimci çizgilerde yeniden örgütlenmeleri ve sonra da (kısıtlı vekalet verilmiş, sorumlu ve [vekilliği] iptal edilebilir şekilde görevlendirilmiş temsilciler görevlendirerek) gericiliği yenmeye muktedir olan devrimci bir gücü örgütlemek ve aynı ilkeler adına başkaldırmış olan birliklerin, komünlerin ve bölgelerin federasyonlarını teşkil etmek üzere, saptanmış bir meclis yerine temsilcilerini göndermeleri için tüm bölgelere, komünlere ve birliklere bir çağrı yapılır" [27].

Bu ikincil bir mesele olarak görülebilir, ama İmparatorluk’u okurken ulaşılan sonuçlar hareketimizin argümanlarıyla bu kadar uyumluyken bile anarşist hareketin yazarlarının ve tarihinin göz ardı edilmesi oldukça çarpıcıdır. Belki de bunun sebebi basitçe anarşizmin pekçok Marksist profesörce hedeflenen akademik bir ün kazanmayı ne hedeflemiş ne de başarmış olmasıdır. Ancak İmparatorluk’u okuyan bir anarşist için, bu ihmaller ancak devamlı bir sıkıntı kaynağı olarak tanımlanabilir.

Daha da önemlisi, yukarıdaki örnekler bizim de ilk anarşistler gibi Hardt ve Negri’nin öne sürdükleri gelecekteki mücadele biçimleri hakkında daha ‘bilgili tahminler’ yapabileceğimizi gösteriyor. Meksikalı Zapatistalara karşı yürütülen sınır kontrollerine karşı Avrupalı ve Kuzey Amerikalıların mücadeleleri bize gözle görülebilir bazı ipuçları vermekte. Küreselleşme hareketinin ortaya çıkarak, militan eylem, doğrudan demokrasi ve çeşitlilik üzerine vurgu yapması ile beraber, olası örgütlenme yöntemleri de belirmeye başladı. İmparatorluk, Seattle’ın ardından tüm bunların tamamen açığa çıkmasından önce yazılmış olabilir, ama Seattle’dan önce bile şekillenmekte olan bu yeni hareket biçimleri –özellikle de Zapatistalar üzerine– birçok metin yazılmıştı. Siyasi arka planları biliniyorken, Hardt ve Negri’nin bu tartışmadan haberdar olmaları gerekirdi, bundan bahsetmemeleri biraz garip.

Bunları bir tarafa bırakırsak, İmparatorluk’un en güçlü noktası, ortalıktaki sözde alternatiflerden bazılarını –özellikle de eski tip ulusal kapitalizme geri dönüşü amaçlayan küreselleşme karşıtlığını veya de-küreselleşmeyi– reddetmesidir. [Kitabın tam] yazıldığı sırada, şirketler küreselleşmesine karşı hareket içinde yer alan reformist güçler Porte Allegre’de düzenlenen Dünya Sosyal Forumu’nda tam da bu tip bir de-küreselleşme savunuculuğunu yapıyorlardı. Bunun yerine Hardt ve Negri "İmparatorluğun diğer taraftan defedilmesi için uğraşılma"lıyız [28] diyorlar.

Kusurlarına rağmen İmparatorluk, küreselleşme etrafındaki hareketin anarşist olmayan kesimleri arasında önemli bir rol oynayabilir. Bu kesimlerin çoğu, ulus devlet dahilindeki bir çözümü ya da korumacılık dönemine geri dönüşü amaçlar gözüken daha eski Marksist kuşağın kuramlarına bağımlıdırlar. Bu fikri öne süren akademisyenler, ‘hareketi’mizi çökertmek üzere ‘pencereleri kıranlar’ olarak [tanımladılarını] dışlamak isteyenlerin [fikirlerini kabul etmek] yerine, birkaç dost akademisyenin düzeltmelerini kabul etmeye daha yatkındırlar.

Anarşistler genel olarak küreselleşme karşıtı markasını reddederler. S26 [26 Eylül] Prag karşı zirvesine olan katkım anarşist argümanın ana hatlarını sergiliyor: "… küreselleşmenin asıl güçleri Salı günü (Prag 2000) IMF/DB zirvesinde toplanmıyorlar; onlar bugün burada (karşı zirvede) toplanıyorlar ve Salı günü öteki zirveyi bloke edecekler. Küresel hareket biziz; biz sermayenin değil, halkların hakları için mücadele ediyoruz ve aklı başında olan bir kimse için bu çok daha asli olmalıdır. ‘Küresel serbest ticaret’ için en çok bastıran hükümetler, sınırları etrafına devasa çitleri çeken ve insanların serbest hareketini engellemek için onbinlerce katili kiralayan hükümetlerdir" [29].

Yerelleşmeye dönüşü inkar edince, ne alternatif öne sürebilirler ki? Alternatiflerinin başlangıç noktası sıradışı bir tercih, St Augustine ve Roma’daki eski Hristiyan kilisesi. Eski Hristiyan kilisesinin Roma imparatorluğunu devirmektense dönüştürmeyi amaçladığı yolla bir paralellikler buluyorlar. Hardt ve Negri, eski kilise gibi çeşitliliği örgütleyecek peygambervari bir manifestoya gereksinimimiz olduğunu öne sürüyorlar [30]. Aynen Augustine gibi yapıcı bir ütopya inşa etmeyi konuşmamız gerektiğini söylüyorlar; ama bizim ütopyamız hemen dünya üzerinde olacaktır. Şunları yazarken, açıkça bugünün İmparatorluğu için dersler çıkarmayı amaçlayarak Roma İmparatorluğu’ndaki eski Hristiyanlık projesini yüceltiyorlar; "Hiçbir sınırlı topluluk emperyalist idareye karşı bir alternatif sunamaz ve başarılı olamaz; sadece bütün halkları ve bütün dilleri ortak bir yolculukta biraraya getiren evrensel, katolik topluluğu bunu başarabilir".

Dini betimleme söz konusu olunca, neredeyse tüm ortodoks Marksist yorumcuların felce uğramış gibi olması gerçeği karşısında için için güldüklerinden şüpheye düşülebilir. Kitabın en son paragrafı, Assisili Saint Francis efsanesini yüceltmekle sola karşı bir provokasyon olarak anlaşılabilecek şeyleri içerir; "komünist militanlığın gelecekteki hayatını aydınlatmak için" [31]. Sol yorumlarda tekrar tekrar tek başına öne çıkarılan başarılı bir kapanış cümlesi!

Anarşistlere daha mutlu bir şekilde uyacak model Dünya Sanayi İşçileri [ing. Industrial Workers of the World, IWW] modelidir; "Wobbly [IWW üyeleri için kullanılan bir tabir] devamlı ajitasyon sayesinde, çalışan insanlar arasında aşağıdan yükselecek şekilde birlikler [ing. associations] meydana getirir; ve onları örgütlerken ütopyacı düşüncenin ve devrimci bilginin oluşmasına neden olur" [32]. Burada yine kendi iddia ettikleri liberter tarihi kavramış olmalarındaki gerçek bir zayıflığı sergilerler; IWW tüm dünyayı örgütlemek isterken, "gerçekte ancak Meksika’ya kadar gidebilmişlerdir" [33]. Aslında IWW, ABD’ndeki büyüklüğüne ve etkinliğine ulaştığı Güney Afrika, Avustralya ve Şili [34] gibi yerler de dahil olmak üzere diğer pekçok ülkede örgütlenmiştir. ve IWW bu kadar kullanışlı bir modelse eğer, onların [Hardt ve Negri’nin] IWW’nin bugün ne yaptığını –belki de IWW’nin pekçok ülkede var olduğundan habersizler veya sadece onun tarihsel geçmişine bakıyorlar?– tartışmamaları tuhaf bir şey.

Hardt ve Negri, İmparatorluğu göğüslemek üzere verilecek mücadelede merkezi olacak "karşı irade"yi [35] tanımlamaya geçerler. İmparatorluğa karşı direnişte, onu yüz yüze karşılamaktansa ondan eksilmenin en etkili yol olacağını hesaplıyorlar. Bunun merkezinde "terk etmenin, [dışına] çıkışın ve göçebeliğin" bulunduğunu saptarlar. Eğer [burada] Bob Black’in sesinin yankısını duyuyorsanız, bunun sebebi onun bazı yazılarının 1970’lerin sonunda İtalya’daki otonomistlerin savunduğu çalışmayı reddetme [fikrine] dayanıyor olmasıdır.

Tavsiye ettikleri mücadele yöntemlerinin bir kısmı oldukça gariptir. Örneğin gövdenin parçalanması açıkçası, "aile hayatına, fabrika disiplinine, geleneksel cinsel yaşamın düzenlemelerine ve benzerlerine uyum sağlama yetisinden yoksun bir gövde" [36] yarattığımızda etkili hale gelebilecek olan önemli bir stratejinin başlangıcını temsil etmektedir.

Ancak diğer önerilen yöntemler pek fazla inceleme gerektirmez. Emeğin hareketliliğinin [ing. labour mobility] kapitalizme karşı sıkça önemli bir silah olduğuna dikkat çekerler [37]. Göçün, hareket etmek zorunda bırakılanlar için sıkça sefalet demek olduğunu vurgularlar. Ancak yine de, düşük ücretlerin [olduğu] bir bölgeyi terk etmekle insanların kapitalizme direndiklerinden bahsederler. Küresel kapitalizm belirli bazı bölgelerin düşük emek maliyetine sahip olduğu küresel bir dünyayı arzular, ama eğer o bölgedeki insanlar burayı terk ederlerse o zaman kapitalizm ucuz emek gücünü sağlamakta başarısız olur.

Bu, bugünkü göç etme kontrollerinin kaldırılması için verilen mücadeleyi daha belirgin bir odağa yerleştirir, ya da en azından bunlar için [var olan] bakış tarzına karşı anlamlı bir alternatif oluşturur. O zaman örneğin Avrupa Kalesi, amacı işçileri düşük gelir ve yaşam koşulları içine hapsetmeye uğraşmak olan, insanları dışarda tutmaktan ziyade içerde tutan bir duvar anlamına gelir.

Emek hareketliliğinin devrimci etkilere sahip olduğu yenice bir örneği ele alalım. (Emek hareketliliğine karşı bir bariyer olan) Berlin duvarını alaşağı eden, ve sonrasında ise Prag’a giden binlerce Doğu Alman işçisiyle, ve Bayı’ya gitmek üzere veya sınırlar kapatıldığında çeşitli elçiliklerin topraklarını işgal etmesiyle, bütün bir doğu devlet kapitalizmini tetikleyen süreç. Bugün de Küba benzer sebeplerle göçü sıkı bir şekilde kontrol etmektedir.

İmparatorluk, yeni bir dünyanın inşası için üç anahtar [niteliğinde] taleple ortaya çıkar. Bunlar küresel vatandaşlık hakkı ve "herkese toplumsal ücret ve garanti altına alınmış bir gelir [sağlanması]"dır. Buna, öncelikli olarak üretim araçlarına uygulanan, ama aynı zamanda da bilgiye, enformasyona ve iletişime serbestçe erişime ve [onların] kontrolüne de uygulanan yeniden-onaylama [ing. re-approbation] hakkı eklenir.

Bu üç talep arasında, küresel vatandaşlık talebi halihazırda küresel ama aynı zamanda da yerel bir sorun yaratmış olması açısından beni oldukça etkiliyor. Sınır kontrolleri olmaksızın serbestçe hareket etme hakkı için bütün dünyada ateşli bir muhalefet sergileniyor. Bizler İrlanda’da, birinci dünyadaki herkes için yasal [ikamet] hakları mücadelelerine ve giriş [hakkı] kazanmak için Avrupa Kalesi’nin sınırlarında verilen mücadelelere aşinayız. Sermaye insanların göç etmelerini kontrol etmeye ve hatta bundan kâr sağlamaya çalıştıkça, dünya yüzeyindeki hemen hemen her sınırda bu mücadele tekrar tekrar yaratılıyor. Meksika’nın kuzey sınırında göçmenlere müdehale ABD tarafında yapılıyor, ama Guatemala ile olan güney sınırında ise Meksikalı ‘göçmen polis’ devriyelerine her arka yolda rastlanabiliyor.

‘Ne yapılmalı’ şeklindeki kapanış bölümünde, insan geleceğin toplumunun hangi biçimi alacağına kitabın gerçekte hiç değinmediğini gözlemekten kaçınamıyor. Bu konudan kaçınılması Marksist geleneğin bir parçasıdır, ama yazarların tekrar tekrar ütopyacı görüşler için çağrıda bulunmaları ve peygambervari manifestoları veriliyken bu biraz tuhaf kaçmakta. Bu aslında daha önce bahsedilen zayıflığın aynısıdır; var olan muhalefet hareketleri çevresindeki bir tartışmanın hiç olmaması.

Sanırım buradaki sorun yine İmparatorluk’un esinlendiği ve Negri’nin de devam ettirmeyi arzu ettiği Leninizm siyasi geleneğidir. İktidardaki Lenin Rus devriminin ‘ütopiyacı denemelerinin’ başlangıçta ezildiğini görmüştü. Fabrikalarda kendinden-yönetimin yerini "sosyalizmin çıkarları doğrultusunda tek bir iradeye, … devrimin taleplerine sorgusuz sualsiz itaat edilmesi; yani, kitlelerin emek sürecinin liderlerinin yagane iradesine sorgusuz süalsiz itaat etmesi" [38] aldı. İmparatorluk’a bakarak post-İmparatorluk toplumunun karar alma yapılarının neye benzeyeceğini söylemek oldukça zor. Ancak sosyalizmin 20nci yüzyıldaki başarısızlığının ardından, geleceğin yeni ‘ütopist’ görüşlerini inşa etmekte anahtar olan soru bu sorudur.

İmparatorluk okumaya değer mi? Benim bu soruya vereceğim cevap, gerçekten de bu soruyu kimin sorduğuna bağlıdır. Anarşistler açısından, fazla zamanınız yoksa veya post-modern jargona aşina değilseniz, merakınızı gidermek üzere orasını burasını didiklemekten daha fazla yapmanın pek bir anlamı yok. İmparatorluk’ta söylenenlerin çoğu, anarşist metinler yüzünden –genellikle de anlaşılması çok daha kolay bir şekilde ifade edilmiş olarak– size aşina gelecektir.

Okumak için kısıtlı zamanı olanlar girişi, fasılı [ing. intermezzo, ara] ve son bölümü okuyabilirler –sayfa olarak kitabın %12’sini kapsayan bu bölümler geçen fikirlerin % 80’ini verecektir size. Genel olarak, İmparatorluk ilk bakışta yeni fikirlerle dopdolu gözükür, ancak sonrasında ise ‘İmparatorun çıplak olduğu’ fikrine kapılıyorsunuz. En sonunda ise bir sürü jargonun arasına gömülüp kalmış mücevherler [buluyorsunuz].

Sanırım İmparatorluk’un gerçek faydası, saygıdeğer akademik bir Marksist metin olarak şu ya da bu nedenle ciddi olarak hiçbir anarşist materyal okumamış bir sürü kişi tarafından alınacak olmasıdır. Ortalıkta küreselleşme hareketinde aktif olanlarca –sıklıkla da Marksist ortodoksiye dayanan– söylenen bir sürü saçma sapan şey var. Bütün kusurlarına rağmen İmparatorluk kesinlikle ortodoks değil ve bu tip insanları belli başlı temel varsayımlarını sorgulamaya zorlayacaktır. Eğer bu onların liberter, devlet karşıtı, anti-kapitalist kampın şu ya da bu kanadına yaklaşmasıyla sonuçlanırsa, bu yanlızca olumlu bir şey olarak selamlanabilir.

NOTLAR
Sadece sayfa numarası belirtilen kaynaklar İmparatorluk’tan alınmıştır (Michael Hardt and Antonio Negri, Harvard University Press, yedinci baskı 2001)
01 Örneğin bakınız "Toni Negri, Profile of A Terrorist Ideologue" [Toni Negri, Terörist Bir İdeologun Profili], Executive Intelligence Review, Ağustos 2001.
02 Bunların en ciddileri The New Republic adına Alan Wolfe tarafından "The Snake"de [Yılan] ifade edilmiştir; bayağı bir kısmıda –genellikle referans verilmeden– bu makaleden aşırılmıştır!
03 Giriş XVI.
04 Sayfa 229.
05 Jack Fuller, "The New Workerism: The Politics of the Italian Autonomists" [Yeni İşçicilik: İtalyan Otonomizminin Politikası], International Socialist, Bahar 1980, http://www.isj1text.fsnet.co.uk/pubs/isj92/fuller.htmadresinden de ulaşılabilir.
06 Lenin, Collected Works, Cilt 27, sayfa 466.
07 Giriş XII.
08 Giriş XIV.
09 Örneğin, bakınız yazarın "Globalisation: the end of the age of imperialism?" [Küreselleşme: Emperyalizm Çağının Sonu Mu?", Workers Solidarity, Sayı 58, 1999, http://struggle.ws/ws99/imperialism58.html .
10 Sayfa 6.
11 Sayfa 18.
12 Sayfa 37.
13 Sayfa 180.
14 Sayfa 181.
15 PBS Online’ın Rwanda üzerine [hazırladığı] özel bölüm, http://www.pbs.org/wgbh/pages/frontline/shows/evil/etc/slaughter.html .
16 Financial Times Biz/Ed sitesinde yapılan bir alıntı, http://www.bized.ac.uk/case/case_studies/case005-fulltext.htm .
17 Sayfa 23.
18 W. Reich, The Mass Psychology of Fascism [Faşizmin Kitle Psikolojisi], Orgone Institute Press, New York, 1946, ss. 25-26.
19 Sayfa 28.
20 Sayfa 53.
21 Bakınız Left Business Observer, Şubat 2001’deki değerlendirme, http://www.leftbusinessobserver.com/Empire.html .
22 Sayfa 56.
23 Tanımlamaya yakın bir şey için sayfa 103’e bakınız.
24 Sayfa 350.
25 Sayfa 232.
26 Sayfa 206.
27 "Program and Object of the Secret Revolutionary Organisation of the International Brotherhood" [Gizli Devrimci Enternasyonal Kardeşlik Örgütlenmesinin Programı ve Amaçları] (1868) as published in "God and the State" [Tanrı ve Devlet], No Gods, No Masters [Ne Tanrılar, Ne Efendiler], Cilt 1, s. 155.
28 Sayfa 206.
29 Dünya Bankası toplantısını başarılı bir şekilde kitlememizden önce Prag Karşı Zirvesi’nde yazar tarafından yapılan konuşma; Bundan burada bahsediyorum, çünkü oldukça yaygın bir şekilde dağıtılmış olmasına rağmen, bizim [anarşistlerin] ‘küreselleşme karşıtı’ olmadığımız fikrine karşı çıkan hiçbir anarşiste rastlamadım henüz. Tam metin için, http://struggle.ws/andrew/prague1.html .
30 Sayfa 61.
31 Sayfa 413.
32 Sayfa 412.
33 Sayfa 208.
34 IWW’nin Şili’deki tarihi için Şilili bir anarşistin bana tavsiyesi, Peter De Shazo’nun "Şili’de Kent Emekçileri ve İşçi Sendikaları: 1903-1927".
35 Sayfa 210.
36 Sayfa 216.
37 Bu kapitalizmin başlangıcından itibaren bir ikiz görüntüsü olarak ortaya çıkmıştır; hem yolculuk esnasında hem de vardıkları yerde onları tutabilmek üzere her çeşit yasal ve fiziksel kısıtlamanın yaşandığı köle ticareti, milyonlarca insanı Afrika’dan Amerika’ya göçmeye zorlamıştı. Güney Afrika’nın geçiş yasası da yanlızca zenci emeği kontrol etmek üzere değil, ama aynı zamanda da emeğin maliyetini düşük tutmak üzere tasarlanmış bir kapitalist strateji olarak akla gelir.
38 M. Brinton tarafından yapılan alıntı, The Bolsheviks and Workers Control [Bolşevikler ve İşçi Kontrolü], sayfa 41.

Çeviri: Anarşist Bakış

İngilizce Orijinali: "Is the emperor wearing clothes?" Mart 2002.

 

Michael Hardt ve Tony Negri’nin İmparatorluk adlı kitapları üstüne 2002 yılında North Eastern Anarchist dergisinde yayımlanmış bir değerlendirme yazısıdır.

[Original article in English] [Swedish translation]